Türkiye ve Basra Körfezi’ne Dönüş Yaklaşımıyla Karşı Karşıya Kalması
yazar: Dr. Seyyed Mohammad Isanajad
Erdoğan’ın yeni kabinesinin Şimşek-Erkan çifti liderliğindeki ekonomi ekibinin ve ardından bizzat Recep Tayyip Erdoğan’ın Türk hükümet yetkilileri, bankacılar, işadamları ve müteahhitlerden oluşan geniş bir ekiple Türkiye’nin iç sahasında yaptığı gezi o kadar başarılıydı ki, yüzyılın seçimlerindeki zaferine benziyordu adeta. Ancak bu yolculuk uluslararası sistem ve bölge alanında nasıl görülebilir ve ölçülebilir?
Birkaç gergin yılın ardından Erdoğan, Riyad ve Abu Dabi ile ilişkilerinin yönünü kavga etmekten, katı bir güvenlik yaklaşımı benimsemekten ve boynuz çekmekten, etkileşime yönelik, tamamlayıcı ekonomiye ve elbette gelecekte ortak çıkarlara ve kazançlara vurgu yapmaya döğru çevirdi. Ama bu nasıl mümkün olabilir? Erdoğan’ın son kritik seçimlerdeki zaferi, Basra Körfezi’nin güneyindeki muhafazakar, hesapçı ve ılımlı Arap yöneticilerin şüphelerini ortadan kaldırdı. Ankara’nın Batı’ya yakınlığını göz önünde bulundurarak ve Pekin’e ve belki de Moskova’ya yönelme suçlamalarına karşı bir denge kurarak Türkiye’ye ihtiyaçları vardı. Türkiye bağımsız bir politika izlemeye ve herkesle etkileşime girmeye çalışıyor ve aynı zamanda Amerika’ya yakın, İran’ın hassasiyetini çeken ve Filistin ve Arap Kudüs davasına inanan Araplara zarar veren Siyonist rejim gibi de değil. Ayrıca Türk silahları NATO standartlarına uygun olduğu için Suudi Arabistan, BAE ve Katar olmak üzere üç ülkenin ordularında da yer bulabiliyor. Aynı zamanda da, Çin silahları gibi, Washington’un öfkesini kışkırtmıyor. Türkiye, Arap sermayesini çekmeye can atıyor ve aynı zamanda Türk şirketleri ve müteahhitleri, petrol ve gaz çıkarma, petrokimya, madencilik, inşaat, otomobil üretimi, savunma sanayi, temiz ve yenilenebilir enerji ve hatta medya ve içerik üretimi gibi çeşitli alanlarda Arap ülkelerine önemli teklifler sunabiliyor.
Bir önceki paragrafta sunulan vakalardan hareketle, Suudi Arabistan’ın son altı ayda nasıl Türkiye’nin Rusya Federasyonu’ndan sonra en büyük ikinci ihracat ülkesi haline geldiği görülmektedir. Erdoğan’ın son ziyaretinden sonra ekonomi uzmanları, geçtiğimiz üç yılın aksine, Ankara ile Riyad arasındaki 10 milyar dolarlık kısa vadeli ufkun yanı sıra 30 milyar dolarlık uzun vadeli ufkun çok da abartılı görünmediğine inanıyor. Abu Dabi örneğinde de aynı koşullar geçerlidir. Son iki yıl içerisinde siyasi-güvenlik ilişkisinden ekonomik-ticari ilişkilere dönüşen Türkiye ile Birleşik Arap Emirlikleri arasındaki petrol dışı ticaret hacmi 18 milyar dolara ulaştı ve önümüzdeki 5 yılda 40 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Katar ile ekonomik anlaşmalar henüz yayınlanmadı. Ancak Doha ile Ankara arasındaki kardeşçe etkileşim ve Libya, Suriye, Afganistan gibi çeşitli durumlardaki etkileşim iki ülke arasındaki ilişkilerin derinliğini gösteriyor.

Türkiye ve Basra Körfezi’ne Dönüş Yaklaşımıyla Karşı Karşıya Kalması
Erdoğan’ın bu gezideki başarılarını kısaca gözden geçirdikten sonra, gerilimi azaltma ve Türkiye ile daha fazla etkileşim ihtiyacına yönelik algılarını anlamak için yukarıda adı geçen Arap ülkelerinin ufkunu gözden geçirmek gerekiyor. Son beş yılda ABD’nin Ortadoğu’dan ve Basra Körfezi’nden çekilme süreci hızlanmıştır. Pentagon’un bu bölgedeki güç boşluğunu telafi etmek ve Çin’in sarı fırtınası ile Rusya’nın bu bölgedeki sürünen hareketlerine karşı sürtüşme yaratmak için Basra Körfezi’nde robotik kuvvetler, insansız hava araçları ve uyduların varlığı, müttefikleri davet etmesi ve İbrahim Paktı gibi heterojen koalisyonları teşvik etmesi gibi önlemler alması bekleniyordu. Ancak son aylarda Çin, Rusya ve Türkiye birer bahaneyle Basra Körfezi’ne girmeye çalıştı. Elbette Amerika Birleşik Devletleri de Basra Körfezi’ne girmek ve buradaki kuvvetlerini artırmak zorunda kalıyordu. Bu konular İran’ın uzun vadeli hedefleri ve ulusal çıkarları ile doğrudan ilgilidir.
Çin koridor oyununda etki alanını genişletmek ve tabii ki Afrika bölgesini Pakistan’a bağlamak için Basra Körfezi’ndeki Arap ülkelerine dostluk eli uzatmaya çalıştı. Dost ve müttefik çevresini çeşitlendirme ve ABD’nin çekilmesinin yarattığı güç boşluğunu telafi etme politikasını göz önünde bulundurarak Çin’in elini sıcak bir şekilde sıktılar. Çin’in başarılı olmak için sahaya ihtiyacı vardı. Basra Körfezi bölgesinin müreffeh Arap ülkeleri arasındaki rekabet duygusunu canlandırırken, bu ateşi çok fazla körüklememeye dikkat etmeliydi. Bu alanda yatırım riskinin makul bir düzeye gelmesi için de bu alanda minimum istikrar ve güvenliğin olması gerekiyordu.
Gerginliğin azaltılması ve Pekin’in Riyad ile Tahran arasındaki başarılı arabuluculuğunun yanı sıra, bu dostluğun sonuçlarından biri, İran’ın üç Ebu Musa adası ile Büyük ve Küçük Tunblar üzerindeki egemenliğini tehdit etmesiydi. Bu iddia Dışişleri Bakanlığı, medya ve İran halkının tepkisine neden oldu. Tahran, hukuk ve uluslararası ilişkiler sözlüğünde İran’ın komşularıyla yanlış anlamaları çözmek için konuşmaya istekli olduğu gerçeğini vurguladı. Ancak toprak bütünlüğü ve İran’ın üzerinde egemenliği olan bölgeler konusunda asla müzakere etmeyeceğini belirtti.
Bir süre sonra Ukrayna savaşının ortasında Moskova’nın da dikkati bu alana çekildi. Analistler, Rus ordusunun Ukrayna’ya yönelik ilk saldırılarını püskürttükten sonra, uluslararası toplumun dikkatini başka yöne çekmek ve tabii ki fosil enerji ihtiyacının fiyat ve düzeyindeki artış gibi çeşitli nedenlerle Rusya’nın Basra Körfezi’nde bir savaş başlatması gerektiğini savundu, ancak pratikte bunu başaramadı.
Yine makro-Avrasya alanında Kremlin kendisini her zaman Pekin ile rekabet etmek zorunda buluyor ve Rusya, OPEC Plus ve Katar ile yaptığı işlemler aracılığıyla, bu ülkelerin petrol ve gaz tedarik yönetimi alanındaki kapasitelerinden tam olarak yararlanmaya çalışıyor. Elbette Arap ülkeleri, Washington’un aksine bu alanda Rusya ile önemli işbirlikleri yaptı. Öte yandan, bu ülkeler Rusya ile savaşta Kiev’i henüz tam olarak desteklemediler ve bu göreceli tarafsızlık, Rusya için çölde bir ganimet gibiydi. Ayrıca Rusya’nın Arap pazarlarına göz atması da pek uzak değil.
Ancak önemli bir olasılık, Rusya’nın Basra Körfezi’nin güney ülkelerinde varlığını artırarak İran’ın Batı ve komşularıyla olası anlaşmalarını zorlaştırmaya çalışmasıdır. Ne yazık ki İran’ın Rusya’ya olumlu bakmasına rağmen Moskova bölgeye girer girmez ortak bir açıklama yaparak İran’ın toprak bütünlüğü ve üç adalar üzerindeki egemenliğine karşı tavır aldı. Bu öngörülebilir eylem, İran kurum ve halkının da tepkisiyle karşılandı.
Bu arada Amerika Birleşik Devletleri, nakliye güvenliğini sağlamak ve İran tehditleriyle başa çıkmak için Basra Körfezi’ndeki askeri varlığının seviyesini artıracağını duyurdu. Bu mevcudiyet, B-52 stratejik bombardıman uçağı gibi sembolik silahlar veya beşinci nesil F-35 uçakları gibi teknolojik silahlar veya uçak gemileri ve denizaltılar ile torpido ve güdümlü füzeler içeren gemiler yerine F-16 savaş uçaklarını içerecektir. Görünen o ki Pentagon pragmatik, düşük maliyetli ve operasyonel yaklaşımını İran ve Arap ülkelerine göstermeye çalışıyor.
Ancak Türkiye’nin Basra Körfezi’ndeki hikayesi farklıdır. Recep Tayyip Erdoğan, Katar ve İhvanlı başkanlarına özel bir şekilde bakıyor. Katar, zor geçen üç yılda Türkiye’nin desteğini ve yanında bulunmasını unutmadı. Seçim sonrası dönemde Erdoğan, halk üzerindeki artan baskının ve liradaki düşüşün bu dönemdeki en önemli mücadelesi olduğunu çok iyi biliyor. Liranın değerindeki düşüş, makul olmayan bir şekilde dış borcun dramatik bir şekilde artmasına neden oldu. Öte yandan, Türkiye’nin uluslararası yatırım riski sıralamalarında ve endekslerinde gerilemesine neden olmuştur. Bu koşullarda Türkiye, Avrupa ve Amerika sermayesini bekleyemez. Çeşitli yabancı sermaye portföylerini çekme ve ihmal edilmiş pazarları ele geçirme durumunda kalıyor. Şu durumda Riyad ve Abu Dabi ile siyasi ilişkileri geliştirmek ve Arap sermayesi elde etmek için en uygun zaman olabilir. Ayrıca Arap ülkelerinin Türkiye’nin doğusuna dönüş politikasında özel bir yeri vardır, Arap ülkelerine gidiş geliş trafiğine bakıldığında bu durum teyit edilmektedir.
Erdoğan’ın son dönemde üç zengin ülke olan Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’a yaptığı gezideki başarısı, bu oyunun ilk turunda bu bölgenin ve uluslararası sistemin koşullarının doğru anlaşıldığını gösteriyor. Ancak oyunun geri kalanında dünyanın ve bölgesel güçlerin hangi kartları oynayacağını bekleyip görmeliyiz. Son olarak belirtmek gerekir ki, Basra Körfezi’nin, bu bölgeye girer girmez, irili ufaklı herhangi bir aktör üç ada üzerindeki egemenliğimizi tehlikeye atacak şekilde sahnelenmesine izin verilmemelidir.